İMANIN VE İNKARIN PSİKOLOJİSİ
Psikoloji derken ruh hastalığı anlamında kullanmıyoruz.
Bu tabirle iman ve inkar kararlarında “duyguların” ve “isteklerin” rolüne işaret ediliyor.
‘İsteklerin’ rolü
İman veya inkar kararları alırken şu soru esas belirleyici sorudur: Allah ile bir ilişkiye girmek ‘istiyor’ musun?
Nankör bir karakteri olmayan buna esastan potansiyel olarak hazırdır. Çünkü bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır. İnsanın fıtratında iyiliğe karşılık verme duygusu vardır. Bu duygu iyilik yapanla ilişkiye girmeye sevk eder. Allah insanın yaratıcısı ve yaşatıcısı olduğundan bütün iyilikleri O’na borçluyuz. Dolayısıyla nankör olmayan bir insanın bu soruya cevabı ‘evet’ olacaktır. Lakin bu imana giden yolda yetmeyebilir.
İnkarcıların çoğu Allah’ın hakkını takdir etmeyenler, ona değer vermeyen insanlardır. İnkarlarının temelinde bu tutum vardır. Allah ile ilişki kurmak gibi bir iştiyak bulamazsınız bu insanlarda.
Tabi, istekli olup da halen inkarda kalan insanlar da olabilir. Burada genelleme yapmıyoruz, ancak birçok insan veya inkarcıların çoğu bahsettiğimiz durumdadır.
Bu isteksizliğin en önemli sebeplerinden birisi insanın kendi üzerinde yabancı bir otorite kabul etmek istemeyişidir. İnsan hür ve özgür olmak ister. Allah kişinin hayatında bir sürü kural ve sınır getirmektedir. İnsanın canının sevdiği bir çok şeyi yasaklamaktadır. Birçok emir vermektedir, günde beş kere namaz kılmak, oruç tutmak vb. insan nefsinin hoşlanmayacağı şeylerdir bunlar. Dolayısıyla nefis, bilinçaltından insanı yönlendirip isteksizliğini alınacak olan iman/inkar kararında belirleyici kılmaya çalışmaktadır. İnsan iman ettiği takdirde kendisini neyin beklediğini bilir, hangi sorumlulukların omuzuna yükleneceğini, hangi zevklerden mahrum kalacağının farkındadır. Alınacak kararda bu durumun etkili olmaması için kişinin gerçekten çok samimi bir hakikat arayışçısı olması gerekir. Akli bir değerlendirme için mahrumiyetlerin bir önemi olmaz, olmamalıdır akıl ‘hakikat ne ise odur!’ der, demeli, nefsimizin işine gelsin veya gelmesin, neyin hakikat olduğu değerlendirmesiyle ilgili sorunu çözerken akıl başka türlü yapamaz, yaptırılmamalı. Lakin insan sadece aklıyla karar vermiyor maalesef. Nefsinin akli kararlarına ne kadar etki yaptığını reflekte eden kaç insan vardır bu dünyada?
Otoriteye karşı insanda var olan bu özellik dünyevi bazı otoriteleri kabul etmesine engel değildir. Devlet de bir otoritedir, ama onun otoritesini mecburen kabullenmiştir. Aksi takdirde cezası anında gelir. Veya işyerinde patronun otoritesini kabul etmezse maaşını alamaz, yaşamını sürdüremez. Allah’ın otoritesinde ise ceza ahirete bırakılmıştır, çok uzakta, ayrıca Allah’ın varlığı ve diniyle ilgili bilgi doğrudan zaruri bir bilgi değil, akıl yürütmeye dayalı bir bilgi.
Uzun lafın kısası, bu önceden var olan istek veya isteksizlik sonraki süreçleri yönetecektir. Sonraki süreçlerde akli argümanlar devreye girmektedir.
[Bazı insanlar ignorant olduklarından, küçümseme tavrına dayanarak inkar ederler, bunlar bu özelliği bıraksalar belki ikna olacaklar. Ancak karşısındaki insanları küçümsediklerinden, basit gördüklerinden, akli olarak yetersiz oldukları önyargısına kapıldıklarından onlar tarafından verilen (doğru) bilgileri de kaale almazlar(o kişileri küçümsediklerinden) ve inkarlarında sabit kalırlar.
Ancak kendileri hakikati araştırsa -karşılarındaki kişiler gerçekten de küçümsenecek durumda olsalar bile- belki gerçeği bulurlar. Ancak bunu da bu sefer hakikata karşı ignorant tavır içinde olduklarından yapmayabilirler. Dolayısıyla inkar sebepleri karmaşıktır, insan psikolojisi karmaşık olduğu için bu böyledir, biz burada sadece bazı sebepleri ele alıyoruz, ayrıca her insanda birden fazla sebep de rol oynayabilir, başat sebep vardır, yan sebep vardır…]
Akli argümanların rolü
Akli argümanlar etkileyicidir, belirleyici değil. Bazen belirleyici olabilirler. Kişiden kişiye, durumdan duruma değişir. Ancak belirleyici değil, etkileyici olduğu zaman bunun farkına varılmalıdır, çünkü bu durumda duygular/istekler belirleyici olmaktadır ki, hakikat arayışında -yukarıda değindiğimiz gibi- duygu ve isteklerin rolü olmamalıdır. Hakikat ne ise ona teslim olmak temel prensip olmalıdır. Bu durum duygularımızın, isteklerimizin, arzularımızın işine gelsin veya gelmesin önemli değildir, önem atfedilmemelidir.
İman da inkar da nihai tahlilde kalbi bir tutumdur. Akıldan referanslarını alsa da, akli değerlendirmeler çok önemli bir rol oynasa da, sonuçta bir insan inanmak ‘istemiyorsa’ ona en mantıklı delilleri getirseniz bile inanmayacaktır. Gözle görülen deliller olmadığı müddetçe o kişinin inanmama imkanı ve seçeneği olacaktır. Zaten imanın doğrudan değil dolaylı bir ilim olmasının da anlamı budur.
Bu dünyada imtihanın olabilmesi için insanı imana mecbur bırakan bir bilginin de (gözle görülen bir hadiseyi insanın inkar edememesi gibi) olmaması gerekir.
Hem delil hem istek/kalp/kalbi bir onaylama iman aktı için kaçınılmazdır. Kişinin Allah’a karşı tutumunu belirleyen de aslında bu kalbi tutumudur, akli değerlendirmesi değil. Akıl İblis’de de vardı, hatta doğrudan bir bilgi ile Allah’ı biliyordu, ama yine de inkar edici oldu/nankörlük edici/kafir oldu. Yani aklen bir itirazı yoktu, nefsen itirazı vardı, ancak gerekçesini akli bir kılıfa sokmaya çalıştı(ateş topraktan üstündür diyerek)- duygusal tutumunu/inkarı rasyonalize etti. Aynısını inkar eden insanlar da yapıyorlar. Herkes kararını rasyonalize ediyor. Bu nedenle insanoğlu salt rasyonel bir varlık değil.
Kalbini aklına açan kişi, nihai hükmü aklının değerlendirmesine teslim eden kişiyi aklı doğru yola iletir. Ama buna kapalı olan kişi aklını araçsallaştırır, aklını manipüle eder, aklını kalbi tutumunu destekleyici şekilde kullanır ve kendi vicdanını da akli hareket ettiği konusunda kandırır(kararını rasyonalize ederek). Gelen bilgileri, verilen mantıklı cevapları çarpıtır, küçümser, gerektiği gibi muhakeme etmez, sonuçlarını düşünmez, böylece ‘inanmamak’ için direnir, inanmayı gerektirecek gerekçeleri boşa çıkarır. Evet bazı sorulara tam cevap verilemeyebilir, bilgilerimiz eksik kalabilir. Ancak bunları da vicdanını kandırmada kullanır, ‘gördün mü cevap veremediler, demek ki, doğru değil’ diyerek…